Salı, Aralık 30, 2008

Şavaş Üzerine

İşte savaşmak ve savaşmamak üzerine birer şiir . Kulak verelim...

Tek Yol

Bir tüfek istiyorum
Sattım anamın yüzüğünü
Bir tüfek uğruna
Rehin verdim cüzdanımı

Bize öğretilen dil
Okuduğumuz kitaplar
Ezberlediğimiz şiirler
Beş para etmiyor
Bir tüfek karşısında

Ey devrimciler
Kudüs'te, Halil'de
Bisan'da, Ağvar'da, Beyt-ül Lahim'de
Ey özgürlük savaşçıları nerede iseniz
İleri..Daha ileri......
Barış bir tiyatro oyunu
Adalet bir gösteri yalnızca

Şimdi benim de bir tüfeğim var
Beni de Filistin'e götürün sizinle birlikte
Meryem'in yüzü gibi mahzun bakışlı tepelere
Peygamberin taşına yeşil kubbelere

Tam yirmi yıldır
Bir vatan
Ve bir kimlik arıyorum
Oradaki evimi
Ve dikenli tellerle kuşatılmış yurdumu
Çocukluğumu arıyorum
Mahalle arkadaşlarımı
Resimlerimi kitaplarımı
Her sıcak köşeyi
Her tatlı anıyı

Şimdi benim de bir tüfeğim var
Beni de Filistin'e götürün sizinle birlikte
Ey erkekler!
Yalnızca erkek gibi yaşamak
Ya da erkekçe ölmek istiyorum
Toprağıma zeytin ağaçları dikmek istiyorum
Mis kokulu çiçekler ve portakal ağacı da
Nedir bunun derdi diyen olursa
"Artık derdim tüfeğimin olması yalnızca"

Şimdi benim de bir tüfeğim var
Artık devrimcilerin yanındayım
Dikenler ve tozlar döşeğimdir
Ölümse giysimdir benim

Yazgımız buymuş demiyorum
Aşağılanmak yazgı olmayacak artık

Ben devrimcilerle birlikteyim
Ben de devrimcilerdenim
Taşıdığım günden beri tüfeğimi
Gözlerimde belirir oldu Filistin

Tek yol var Filistin'e gider.
O da tüfeklerin namlusundan geçer.
Nizar Kabbani Türkçe : Kenan HANOK




Kaçak
Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,

bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı
okumaya bu mektubu.

Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.

Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi,
hem insanlar ondan hanidir bıktı.

Doğduğum günden bu yana
ölen çok babalar gördüm,
gidip dönmeyen kardeşler gördüm,
çocuklar gördüm iki gözü iki çeşme.

Ya analar ne çekti, ya analar,
bir yanda işi tıkırında bir avuç insan
bolluk içinde rahat yaşar,
bir yanda ölüm, çamur, kan.

İnsanlar tıkılmış dört duvar içine,
çalınmış neleri var neleri yok,
karıları, eski güzel günleri bütün.

Gün doğar doğmaz yarın
kapatacağım şırak diye kapımı
ölmüş yılların suratına,
alıp başımı yollara düşeceğim.


Aşacağım karaları, denizleri,
ne Avrupa'sı kalacak, ne Amerika'sı, ne Asya'sı,
dilene dilene hayatımı
şunu diyeceğim insanlara:

Üstünüzden atın yoksulluğu,
durmayın bakın yaşamaya,
hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,
ey insanlar, ey insanlar, ey.

İllâki kan dökmek mi gerek,
gidin dökün kendi kanınızı,
size söylüyorum bunu da,
efendi misiniz, kodaman mısınız ne.

Adam korsunuz arkama belki de,
unutmayın jandarmalara demeye:
üzerimde ne bıçak var, ne tabanca
korkmadan ateş etsinler bana,
korkmadan ateş etsinler bana.

Boris Vian
Türkçe : A. Kadir

Kanat Genişliği :

Bugün küreselleşme süreci hızla tek bir dünyaya doğru yönlendiriyor bizi. Küreselleşme rüzgarının önüne katılanlar her dili her kültürü yıpratıyor. Bugün dünyada ülkemizle savaşın getirdiği korkudan ve utançtan bezmiştir. Bugün dünya da ülkemiz de barışa susamıştır. Tekrar ediyorum, Türkiye en çok barışa susayan ülkelerden biridir. ‘Küçük savaş’ diyorlar, savaşın küçüğü olmaz. Bir insanın bile bir insanı öldürmesi savaştır. / Yaşar Kemal



Pazar, Aralık 28, 2008

Makbuldür




Faydası olmayan bahardan yazdan,
Yüce dağ başının kışı makbuldur.
Cahilin yaptığı sözden sohbetten,
Alimin hayali düşü makbuldur.

Lokma yeme muhannetin elinden,
Kurtulaman sonra acı dilinden.
Namertlerin kaymağından balından,
Merdin, kuru; yavan aşı makbuldur.

Hüdai konuşur bir ince dilden,
Hal ehli olmayan, ne bilir halden.
Bilgisiz, görgüsüz, duygusuz kuldan,
Ölülerin mezar taşı makbuldur.
Hüdai




Çarşamba, Aralık 24, 2008

Zafer


Cümlesi bizden yana ağaçların
Bulutlar ve yağmur bizden taraf
Dört gözle bekliyor güneş
Karıncalarla beraber zaferi
Bir haber tek bir haber
Başlaması için bayramın
Bütün yıldızlarım davetli
Fener alayına
Boyum devrilsin diyor baca
Böyle sevinçle tütersem eğer
Bahçeler bahara tövbeli
Zafere kadar

Oktay Rifat

Kanat Genişliği :
"Böyle bir mahallede “Özür Diliyoruz”. Ankara’ya kaçan 1915’in Muhacirin Umum Müdürü Şükrü Kaya’yı dahiliye vekili, Tehcir’in ünlü Bitlis ve Halep valisi Abdülhalik
Renda’yı TBMM reisi yapmış bir ülkede. Talat Paşa’nın adını en geniş bulvarlara
vermiş ülkede. “Anadolu sermayesi”nin Ermeni mallarına konarak oluştuğu bir ülkede.
Kurtuluş Savaşı’na bu malları geri vermemek için katılan aşiretlerin ülkesinde.
Millet-i Hakime zihniyetinin gayrimüslimleri hâlâ ikinci sınıf hatta tehlikeli
saydığı ve hâlâ öldürdüğü bir ülkede. Nihayet, ASALA cinayetlerine kadar bütün
bunlardan tek kelime duymamış ülke burası. Aynen, PKK saldırılarının 1984’te başlamasına kadar Kürt sorununu duymadığı gibi. "
/Baskın Oran

Salı, Aralık 02, 2008

Bir Masal Söylemek


Cümle okumuşlar; bilginler, filozoflar,
Dünyayı bir ışıkla aydınlatanlar,
Hangisi geçebilmiş bu karanlığı?
Birer masal söylemiş ve uykuya dalmışlar.


Bilge Hayyam'ın ezgisel öğütlerini, kendini bilmezlere, haksızlara, zalimlere serzenişlerini duymak, dünyasal nimetlerden pay uman yaşam zevk ve sevgisini hissetmek karanlık iç dünyamızın sokaklarında ışıklar yakarak; yeni, kullanmadığımız yollar bulmamızı ve yaşam denen muammayı, bizi kendi derinliklerine çağırarak çözmemizi veya en azından bu yolda algı eşiğimizin genişlemesini sağlıyor.
Onun sesinin kendi boşluğumuzdaki, o hep yinelenen yankısı; kah gözlerimizi kısarak bağrımıza es ettiğimiz, "işte yaşıyoruz,hayatta sürüyor" dedirten bir yaz esintisini , kah duru bir derenin huzur veren şırıltısını hatırlatıyor. Hayyam, kanatlarının altını bilgelik rüzgarı ile doldurup en yukarlara çıkarak seyreyliyor evreni. Demem o ki, en yükseklerde süzülen bir albatros o ve hala uçmakta ...

Bak! Gülün eteği yırtılmış tan yelinden,
Bülbül gülün güzelliği ile ötmede şen.
Git bir gülün altına otur ve düşün ki:
Nice gül toprağa düşecek biz toprakken.

Gönlümüzce yaşayacak bir yer bulabilseydik,
Ya da bu uzun yolun sonuna varabilseydik!
Ah! N'olurdu yüz bin yıl sonra toprağın bağrından
Otlar gibi kök sürüp yeniden bitebilseydik!..

Her sabah yeni bir gün doğarken
Bir gün de eksilir ömrümüzden.
Her şafak yavuz bir hırsız gibidir
Elinde kocaman bir fenerle gelen.

Kimi boş sözlerle böbürlenip durmada,
Kimi cennet köşkleri, kimi huri sevdasında.
Şu sır perdesi kalktığında anlaşılır ki:
Hepsi yaşayıp gitmiş bir hayal dünyasında.

Günaşırı bir ekmek geçiyorsa eline;
Soğuk suyu da varsa kırık testisinde;
Kendinden kötüye niye kul olur insan,
Niye girer kendi gibilerin hizmetine?

Şu seccadeye tapanlar acaba nedirler?
Yükleri ikiyüzlülük olan eşektirler.
Daha kötüsü din perdesi arkasında onlar
Müslümanlık satarken gavurdan beterdirler.

Şeyh orospuya demiş ki : - Utanmaz kadın!
Her gün sarhoşsun, onun bununlasın.
- Doğru, demiş orospu, ben öyleyim,
Ya sen? Sen şu göründüğün adam mısın?

Dedim: Bilgiden yana kalmadı bir eksiğim,
En gizliyi bile çözdüm, az çok öğrendim.
Yetmiş iki yıl yaşadım gece ve gündüz;
Anladım ki hiç bir şey bilip öğrenmemişim.

Ömer Hayyam
Rubaileri / Ahmet Kırca
/ Ötüken Yayınları

Fotoğraf : N. Bilge Ceylan



Cumartesi, Kasım 22, 2008

Rosa

" 31Mayıs 1919, Cumartesi günü Landwehr kanalındaki havuzlardan birinde bir kadın cesedi bulundu. Tarihin girdabına düşmüş küçümen bir kadındı. Üstelik Yahudi’ydi, âşıktı, komünistti. Bu özellikleri onu hedefe koyduğu kadar güçlendiriyordu da. Polonya’da doğmuştu. Daha 18 yaşında siyasi görüşleri yüzünden İsviçre’ye kaçmak zorunda kalmıştı. Bu gencecik kadının olağanüstü bir zekâsı ve öngörüsü vardı. Hayatı boyunca her adımında karşılaştığı milliyetçilikle mücadele edip durdu. Polonya sosyalistlerine yaranamadı. Yüzyıl dönerken Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin etkin bir militanıydı. Alman militarizminin yükseliş yıllarında partisiyle de küsüştü. Rosa, Lenin’in devrim anlayışına yüklenmekten de geri kalmıyordu:

Kanat Genişliği :
“Lenin’in düşündüğü ‘disiplin’ proletaryaya hiç de sadece fabrikalar tarafından aşılanmış değildir. Aynı ölçülerde kışla, modern bürokrasi, merkezi burjuva devlet aygıtının bütün mekanizması tarafından da aşılanan budur. Lenin’in savunduğu aşırı-merkeziyetçilik, gerçek özünde olumlu ve yaratıcı bir ruhtan çok, bir gece bekçisinin donmuş ruhuna sızan şeydir. Lenin’in üzerinde en çok durduğu şeyler, partiyi verimli kılmak değil kontrol etmek, geliştirmek değil daraltmak, bütünleştirmek değil, denetim altında tutmaktır.”
/ Rosa Luxemburg

Rosa Luxemburg, 1. Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın silahlanmasına karşı çıktı; halkı itaatsizliğe çağırdı. Enternasyonal’in gücüne inanıyordu. Yanılmıştı. Arada yenilmişlik duygusuyla yüzleştiği de oluyordu tabii. Bir mektubunda, “Benim dünya tarihinin girdabına yanlışlıkla düştüğüme ve gerçekte kaz gütmek için doğduğuma inanacak birilerini bulmalıyım” yazmıştı. Büyük aşklar yaşadı. Tutkulu yoldaşlıklar yaşadı. Hiçbir koşulda sevdiklerinden itirazını ve sevdasını esirgemedi. Devlete ve savaşa karşı oluşu onu bu kez iki buçuk yıl sürecek bir mahpusluğa itecekti. Yoldaşı Sonja Liebknecht’e, Breslau hapishanesinden yazdığı bir mektupta sanki bütün dünyaya canı yanarak acıyordu. Askerler tarfından dövülen bir mandaya bakarak. Tarih, 1917 idi:



( Bende güzel bir şiir etkisi yarattı. O yüzden; bu yazının, mektubu aktaran bu bölümünü şiir şeklinde düzenledim ve bir başlık koydum. İyi niyetle.../ bloger'ın notu)


Manda


“Soniçka,
manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir,

düşün artık, derisi yarılmıştı.

Yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin,

hiç kıpırdamadan duruyorlardı
ve biri,
kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında

ve yumuşacık kara gözlerinde
ağlayan bir çocuk ifadesiyle
önüne bakıyordu.

Bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış,

üstelik nedenini niçinini anlayamamış,

zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen
bir çocuğun ifadesiydi.


Hayvanın karşısında duruyordum, bana baktı.

Gözlerimden yaşlar boşanıyordu.

Akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı.

İnsan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında,

benim bu sessiz ıstırap karşısında
çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.


Romanya’nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları

ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş.

Ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi;

ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları,

çobanların şarkılı çağrıları.


Buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde;

boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü,

kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar,

ve dayak,
taze yaradan akan kan.....

Ah! Zavallı mandam!

Benim zavallı canım kardeşim!

İkimiz de burada öyle güçsüz,

öyle hevessiz duruyoruz;

ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.”

Rosa Luxemburg


Rosa, Dünya Savaşı’nın orta yerinde, savaşa ve zulme karşı olduğu için kapatıldığı hapishanenin avlusunda o yaralı mandayla göz göze gelmeyi biliyordu. Çaresizliğin, umutsuzluğun insanı gerçekten yok edeceğini de biliyordu. Sonja’sına kıyamamış, mektubunun sonuna bir de hamiş eklemişti: “Soniçka, canımın içi, her şeye rağmen huzurlu ve neşeli olmaya bak. Hayat bu; onu cesaretle, yiğitçe ve gülümseyerek yaşamalıyız.... Her şeye rağmen.”
Rosa, hapisten çıktığı 1918 Kasım'ında Berlin’e gidecek. 1919’un Ocak ayında öldürülüp, cesedi bir kanala atılacak. Ardından vatansever katilleri ‘Yaşlı kaltak şimdi yüzüyor’ diyecek. Bu küçümen Polonya Yahudi’sinin savaşa ve milliyetçiliğin her türüne karşı mücadeleyle geçen, büyük aşklarla bezeli ömrü hâlâ içimizin loşluğunu aydınlatmaya devam ediyor. "
Yıldırım Türker / Radikal Gazetesi

( Yazı kaynağından alınarak, blogun ifade stiline uygun biçimde düzenlenerek aktarılmıştır.Şüphesiz iyi niyetle.)

Pazar, Kasım 02, 2008

Süreç


Sait Faik'e

Evinden çıkmak üzere

radyoya hiç dokunmuyor.

Eşyalar, az çok düzensiz,

perdelerse açılmamış.

İmgeler bırakıyor boşluğa,

mutluluklar, gölgeleri,

kuş sarısı bir günün

gökyüzü beklentisi, ilkbahar.

Kanaryaya incir veriyor,

yoksa uyumaya bayılır.

Kedisinin önüne yumaklar,

masaya bir sürahi su.

Çiçekler, dün almıştı, yeni;

Çayın buharı,

az da olsa sabahtan kalmış, öylece.


İstiyor ki yokluğunda

ezgisi kesilmesin hiçbir şeyin.

Adil İzci

/ Günizi / Hera Şiir




Siste Beliren :

"Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Kitaplar dediğime bakıp da büyük ilmi kitaplar, yahut da dört meşhur kitaptan birini okuyup iman ettiğim sanılmasın.Şiirler, romanlar, hikayeler,masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdi.Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi, sabahleyin altıbuçukta tabiatla kavga için sokağa fırlayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim."
( ... )
Sait Faik / Karanfiller ve Domates Suyu /
/ YKY / Mahalle kahvesi

Çarşamba, Ekim 22, 2008

Çocuk ve Öğretmen


Size bir şey anlatayım da görün
Yersiz azarını bir hödüğün.

Bir çocuk Seine Nehri kıyısında

Güle oynaya koşarken

Suya düşmüş nasılsa.

Boğuldu boğulacakken

Bir söğüt dalı yetişmiş imdadına.

Yapışakalmış yavrucak:

Allah’tan başka kimseler yok kurtaracak.


Tam o sırada bir öğretmen

Gelecek olmuş yukarıdan.

Çocuk bar bar bağırmış,

Hocasını imdadına çağırmış.

Hoca durmuş,

Sularla pençeleşen çocuğu görmüş,

Hemen başlamış azarlamaya:

-Pis yumurcak! Koşar mısın kıyıda?

Budur işte haylazlığın sonu!

Okul nasıl adam etsin seni?
Zavallı anan baban ne yapsın?

Peşinde mi dolaşsınlar Allah’ın günü?
Nedir çektiği zavallıların?

Keyif sizin dert onların...

Çekmiş çıkarmış çocuğu nehirden.


Çoklarına taş attım bu hikâyemde,

Vırvırcı, dırdırcı, ukala büyükler

Görmüşlerdir kendilerini bir öğretmende.

Az değil, sürüyledir bu hödükler.
Soylarını bereketli kılmış Tanrı.

Dünyanın her yerinde, her işinde

Durmadan işler ağızları.

Be mübarek adam, önce kurtar beni,

Sonra çekersin söylevini!
La Fontaine
/
Masallar
Türkçe :Sabahattin Eyuboğlu



Pazartesi, Ekim 20, 2008

Yalan Dünya


Yürü bire yalan dünya,
Sana konan, göçer bir gün.
İnsan bir ekine misal,
Seni eken, biçer bir gün.

Ağalar, içmesi hoştur,
O da züğürtlere güçtür,
Can, kafeste duran kuştur,
Elbet uçar gider bir gün.

Aşıklar der ki, n'olacak,
Bu dünya mamur olacak,
Haleb'i Osmanlı alacak,
Dağı taşa katar bir gün.

Yerimi serin bucağa,
Suyumu koyun ocağa,
Kafamı alıp kucağa,
Garip anam, ağlar bir gün.

Yer yüzünde yeşil yaprak,
Yer altında kefen yırtmak,
Bastığımız kara toprak,
Boyumuzu aşar bir gün.

Bindirirler cansız ata,
İndirirler tuta tuta,
Var dünyadan yol ahrete,
Yelgin gider, salın bir gün.


Gör yastığa düşer başım,

Gözlerimde kurur yaşım,

Belki de bir can yoldaşım,

Kefenimi biçer birgün.


Karac'oğlan der naşıma,

Çok işler gelir başıma,

Mezarımın baş taşına,

Baykuş konar, öter bir gün.

Karacaoğlan




Cumartesi, Ekim 18, 2008

Gün Olur

"Ölünce biz de iyi adam oluruz" diyen bir iyi adam.


Gün Olur

Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;

Çiçekler gürültüyle açar;

Gürültüyle çıkar duman topraktan.


Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...

Gün olur, başıma kadar mavi;

Gün olur başıma kadar güneş;

Gün olur, deli gibi...

Orhan Veli


Bir Anekdot :
1982 yılında, Kasımpaşa Lisesi'nde yaramazlık yapan Metin'i bir güzel haşlayan öğretmeni, bir de "yarın okula velini getireceksin" emrini verir. Ertesi gün öğretmeninin huzuruna elindeki Orhan Veli kitabıyla çıkan Metin, kitabı öğretmenine uzatarak;

-Buyrun öğretmenim, işte Veli'm, der.

Yaramaz Metin büyüyünce Met Üst olur.

Onun İçin :
Mesafeli

Nerden geliyor acep

Bu benim garip garipliğim?

Evden uzaklaştıkça değil,
Ne de uzağında evin.

Eve yaklaştık yakınlaştıkça

Artıyor eve hasretim.

Can Yücel


Kanat Genişliği :

Neler yapmadık şu vatan için

Kimimiz öldük,

Kimimiz nutuk söyledik.

/Orhan Veli

Kaynak :http://www.orhanveli.net/

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Yapılacak Tek Şey

Sen, makinenin başındaki adam, atölyedeki adam.
Yarın sana su boruları ve yemek kapları yapmayı bırakıp
miğferler ve mitralyözler yapmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, tezgâhı ardındaki kız ve büroda çalışan kız.
Yarın sana el bombalarını doldurmanı
ve keskin nişancı tüfeklerine dürbün takmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, fabrika sahibi.
Yarın sana talk pudrası ve kakao yerine
barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, laboratuardaki araştırmacı.
Yarın sana eski yaşamı yok edecek
yeni bir ölüm keşfetmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, odasındaki şair.
Yarın sana aşk şarkılarını bir yana bırakıp
nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, hastasının başındaki hekim.
Yarın sana cepheye gönderilecekler için
sağlam raporu yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, kürsüdeki rahip.
Yarın sana cinayeti kutsamanı
ve savaşa övgüler yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, gemideki kaptan.
Yarın sana buğday taşımayı bırakıp
tank ve top taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, havaalanındaki pilot.
Yarın sana kentlerin tepesine yakıp yok eden
bombalar yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, dikiş masası başındaki terzi.
Yarın sana asker üniformaları
dikmeye başlamanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, cübbesinin içindeki yargıç.
Yarın sana askeri mahkemeye gitmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, tren istasyonundaki.
Yarın sana cephane ve asker taşıyan
trenlerin kalkması için sinyal vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, köydeki. Sen, kentteki.
Yarın askere alma belgeleriyle kapına dikilirlerse,
yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen, Normandiya’daki ana, Ukrayna’daki ana,
sen San Fransisco’daki ve Londra’daki ana.
Sen Hoang Ho ve Missisippi kıyılarındaki ana.
Sen, Nepal’deki ve Hamburg’daki, Kahire’deki ve Oslo’daki ana;
yeryüzünün dört bir yanındaki analar, dünyanın tüm anaları,
yarın size askeri hastanelerde hemşirelik yapacak,
yeni savaşlarda savaşacak çocuklar doğurmanızı emrederlerse,
yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!..
Analar, HAYIR deyin!

Çünkü hayır demezseniz analar,
eğer hayır demezseniz, işte o zaman,
pus çökmüş, gürültülü liman kentlerinde
iniltiler çıkaran koca gemiler suskunluğa bürünecekler
ve su almış dev mamut kadavraları gibi,
rıhtımların yosun ve midye bağlamış,
ölgün, ıssız duvarları önünde miskin miskin yalpalayacaklar;
daha önce ışıltılar saçan o görkemli gövdelerden,
bir balık mezarlığı gibi, çürük, sayrı, ölü kokular yayılacak...
Tramvaylar, iç karartıcı, aynalı kuş kafesleri gibi
eğrilip bükülecekler ve bombaların açtığı çukurlarla kaplı,
yitik sokaklardaki damları delik deşik barakaların ardında,
teller ve rayların şaşkın çelik iskeletlerinin yanı başında,
patlamış taç yaprakları gibi öylece uzanacaklar...

Çamur rengi, ağır, kurşun gibi bir sessizlik
ortalıkta kol gezecek; tüm oburluğuyla büyüyerek,
okullara, üniversitelere, tiyatrolara,
spor alanlarına, çocuk bahçelerine ürkünç,
açgözlü ve önlenemez bir biçimde çöreklenecek...
Bunların hepsi olacak...

Altın sarısı, sulu üzümler bakımsız yamaçlarda çürüyecek,
pirinçler kıraç topraklarda kuruyacak,
patatesler sürülmüş tarlalarda donacak,
ölü sığırların kaskatı kesilmiş bacakları
ters çevrilmiş süt sağma tabureleri gibi göğe dikilecek....

Enstitülerde, büyük hekimlerin dahice buluşları
çürüyüp küf tutacak....
Son un çuvalları, son çilek reçeli kavanozları,
balkabakları ve vişne suları mutfaklarda, odalarda,
kilerlerde, soğuk hava depolarında
ve ambarlarda bozulup heba olacak;
devrilmiş masaların altındaki,
paramparça tabaklardaki ekmek küf bağlayacak,
erimiş tereyağlar arap sabunu gibi kokacak;
tarlalardaki ekinler, paslanmış sabanların yanı başında
bozguna uğramış bir ordu gibi boyunlarını bükecekler;
fabrikaların çimenle örtülü tüten bacaları un ufak olacak....

Sonra, deşilmiş bağırsakları
ve zehirlenmiş ciğerleriyle son insan,
ışıldayan güneşin ve yanıp sönen
takımyıldızların altında bir başına dolanıp duracak;
bir deri bir kemik kalmış,
çılgına dönmüş son insan uçsuz bucaksız mezarlar,
dev beton blokların soğuk putları
ve ıssız kentler arasında yalnız başına bir küfür gibi
dolanırken şu korkunç soruyu soracak: NEDEN?

Ve bu soru bozkırlarda hiç duyulmadan yitip gidecek,
yıkıntılar arasında sürüklenip
kiliselerin molozları arasında yok olacak,
girilmez yer altı sığınaklarına
çarpıp parçalanacak.

Son hayvan-insanın son hayvansı çığlığı hiç duyulmadan,
hiç yanıtlanmadan kan göllerinde boğulacak....
Bunların hepsi olacak, yarın,
belki bu gece,
eğer...
eğer...
eğer...
HAYIR demezseniz!”

Wolfgang Borchert
Türkçe : Celal Üster

Çarşamba, Eylül 17, 2008

Soru




Tanrıya şöyle soruyordu gözü tok yoksulun biri:

"Yoksulum, bu derdimden hiç mi hiç yakınamam sana

ama, bağışla n'olur, meleklerine izin veren sen misin
kişiliksiz alçaklara devleti ve zenginliği dağıtmak için?"

Muhammed İkbal
Türkçe : Kenan Hanok



Cumartesi, Ağustos 30, 2008

Ceviz Ağacı



Gün görmüş, umur sürmüş ceviz ağacı
Eğilmiş kalın duvarlara

Çinko damlara sürünür

Şadırvanla birleştirir anılarını.


Her ikindi uykusundan önce

Okşar gövdesini, kabuklarını

Tutunur dallarına bir çocuk

Ölümle yarım kalmış sevgisi yerine.


Pencereden düşen ışığı kısar

Sonra akar uykusuna

Terledikçe serinletir ceviz ağacı
.
Adil İzci
Günizi / Hera Şiir


Kanat Genişliği : Zengin olmak, bir başkasının emeğinin ürününe el koyma
ayrıcalığına sahip olmaktan başka bir şey değildir. / W. Godwin

Salı, Temmuz 01, 2008

Geçmiş Yaz'dan



I

Taze bira, yasemin kokan
Yaz sonlarında bir akşam,
O deniz kenarı küçük lokantada
Dalıp gidişini hiç unutmam.

Göğe vuran panayır ışıkları,
Kestane fişekleri, çarkıfelekler,
Şavk içinde yüzen gemiler limanda.
Farlar, sokak lâmbaları altında.
Ağaçların hışırdayan aydınlık yaprakları,
Kaç defa bir fayton seni beni alıp dolaştırdı
O ışıklar, yeşiller, denizler arasında.

Yanında mahzunluğumu arttıran
Aşkımdı, doymadığım aşkımdı!
Ne kadar öpsem okşasam
kalçaların, yarı açık dudakların
Alacakaranlık bakışlarındı.


II

Pamuk seksen beşten yüz otuza fırladı
Kimin umurunda?
Bizim önem verdiğimiz tek şey varsa
Çini mavisi göklerin, imbatın tadı.
Gökyüzü her sabah masmavi üstümüzde
İmbat her akşam bağrımıza ılgıt ılgıt esiyordu ya...
(...)

Necati Cumalı


Kanat Genişliği :
Kahramanlar, insanın görüşünü sınırlar. Askeri üniformalar
gibidir kahramanlar. Gençler onlar gibi olmaya özen gösterirler. Onlara öykünürler. Hepimiz kahramanların okuduğu bütün kitapları okuruz. Kahramanlarımızın giydiği giysileri giyer, onlar gibi konuşmaya özeniriz.Onlar gibi içer ya da içmeyiz. Kahramanlar, insanın tüm özgürlüğünü elinden alırlar.
Bize her şeyi dikte ederler. Tüm kahramanlar totaliterdir. Sonsuz yaratıcılık yeteneğimizi hadım ederler.Özgür bir insanın kahramanları olamaz, çünkü kahraman statükoyu simgeler. Taklit edilmesi gereken bir modeli simgeler. Bir kahramana olan gereksinimimiz, kendi içimizdeki güvensizlikten doğar.Kahramanlar bizi sakatlayarak yönetirler. Totaliter bir toplum kahramansız , modelsiz varolamaz. Özgür bir toplum ise kahramanlarla varolamaz.
/ Gündüz Vassaf

Gediğine Uyan : "Yalaka inek kasabın bıçağını yalar."

Cumartesi, Haziran 28, 2008

Ölü Ozanlar Kenti : Sivas

Aşıklar Dini /

Dost ile dosta yanmışız,

Servet ile övünmeyiz.

Hak deyip Hak'ka dönmüşüz,

Cennet için dövünmeyiz.



Bütün evren semah döner,

Aşkından güneşler yanar.

Aslına ermektir hüner,

Beş vakitle avunmayız.



Cananımız canımızdır,

Teni bizim tenimizdir.

Sevgi bizim dinimizdir,

Başka dine inanmayız.



Hakir görmeyiz insanı,

Cümlemizin birdir canı.

Şiir, müzik Hak lisanı,

Çalar söyler usanmayız.



Hüdai'yim Hüda'mız var,

Pir elinden bademiz var.

Muhabbetten gıdamız var,

Ölüm ölür, biz ölmeyiz.

Hüdai



Resim: Eric Drooker

Çarşamba, Haziran 25, 2008

" Herşeyin Başı "Teranesinin Ardındakiler

İnternetteki bir haber sayfasında ,bir bankanın 15 milyon YTL’lik kaynak ayırdığı bir projeye ilişkin işbirliği protokolünün Milli Eğitim Bakanlığı'yla imzalandığı haberi vardı. Proje gereğince 100 bin öğretmene eğitim verilecek ve “Öğretmen Akademisi Vakfı” kurulacakmış. Haberin altındaki okuyucu yorumları bu pek afili görünen durumu öven , şirket sahibinin ne kadar vatansever bir işadamı olduğunu belirten satırlarla doldurulmuş . Yurdum öğretmenleri ve öğretmen adayları da memnuniyetini ifade etmişler.Anlaşılan işadamının gönül okşayıcı sözleri öğretmenlerin gönlünde karşılığını bulmuş.

Madem manzarayı umumi böyle , o zaman Godwin, İllich ve Ferrer'e uzanarak , iktidarların ve "kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen", bu vatansever zihniyetlerin yaldızını biraz kazıyalım ve altındaki paslı tenekeyi biraz görebilelim:


" Eğitime yönelik radikal yaklaşımın önemli bir ögesi, 19. ve 20. yy' da kitlesel okul eğitiminin ortaya çıkmasına gösterilen tepki olmuştur.Bu dönemde , devletin desteklediği ve düzenlediği okullarda zorunlu eğitim verilmesi yönünde sürekli bir eğilim vardı. Kitlesel okul eğitiminin amacı , vatandaşı ve işçiyi modern sanayi devleti için yetiştirmekti.
Radikal eleştirinin belli başlı temaları , okulun politik, toplumsal ve ekonomik gücü etrafında toplanıyor.Ulusal bir hükümetin denetimi altındaki devlet okulu eğitiminin, uyguladığı eğitim sistemi aracılığıyla kaçınılmaz olarak hükümetin buyruklarına körükörüne boyun eğecek, kişisel çıkarlarına ters düştüğünde ve akıl dışı olduğunda bile hükümetin otoritesini destekleyecek ve
'' doğru ya da yanlış olsa da benim ülkem '' türünden milliyetçi bir görüşü benimseyecek vatandaşlar üretmeye yönelik girişimlere yol açtığı, vurgulanan görüşlerden biriydi.Bir diğer radikal eleştiri konusu da okul eğitimi sistemlerinin , uygulanan eğitim süreci boyunca , monoton, sıkıcı ve kişisel tatmin vermeyen işlerde çalışmayı kabul etmek üzere yetiştirilmiş işçiler üretmede kullanılmaları olmuştur.Bu işçiler endüstriyel sistemin otoritesini kabul ederler ve bu sistemde köklü bir değişiklik arayışına girmezler.Bir başka ilgi alanı ise kitlesel okul eğitiminin gelişmesine eşlik etmiş olan , eğitim yoluyla toplumsal değişkenlik sağlandığı miti oldu. Bu mit,
diplomaların toplumsal değer için tam bir ölçü ve toplumsal ödüller için bir temel olarak kabul edilmesine yol açmıştır.Üstelik bu diplomalar varolan toplumsal sınıf bölünmelerine göre dağıtılmaktadır.Eğitim değişkenliği artırmaktan çok, toplumsal sınıflar arası bölünmelerin daha çok keskinleşmesini sağlamıştır.
Bu konular üç büyük eleştirmenin çalışmalarında işlenmiştir: William Godwin , Francisco Ferrer , İvan İllich. Radikaller, politik ve toplumsal sistemin buyruklarını itaatkar bir şekilde kabul etmeyecek , otoriter olmayacak kişiler yaratacak bir eğitim sistemi ve bir çocuk yetiştirme süreci aramışlardır.
Godwin'e göre , Bir denetim grubunun çıkarları adına kullanılabilecek bir hükümet varolduğu sürece hükümet biçiminin değişmesi çok az bir anlam taşıyordu. Ona göre insan aklına duyulan inanç, yönetici sınıfta dönemsel değişikliklerin olduğu cumhuriyetçi bir toplumdan çok , her kişinin bağımsız olabileceği bir toplumu ifade ediyordu.Yönetim her zaman yönetilenin görüşüne dayanmak zorundadır. Yer yüzünde en çok ezilen insanların bir defa düşünce biçimlerini değiştirmelerine izin verin , artık özgür olacaklardır.Her hangi bir yönetim biçimi meşruiyetini ,
halkın kendisini kabul etmesi ve tanımasından alır. Kamuoyunun eğitim yoluyla denetlenmesi sürekli destek anlamına gelir dolayısıyla insan aklının tam olarak gelişmesinin okul duvarları içinde engellendiği her hangi bir toplumda despotizm ve haksızlık rahatlıkla varolmaya devam edebilir.
Godwin ilk olarak politik kurumların , zenginlerin iktidarı gasp etmesini onayladığını ve zengin ile fakir arasındaki farklılıkları şiddetlendirme eğilimlerinin olduğunu hissetmişti.Godwin ikinci olarak , büyük ve merkezileşmiş devletlerin gelişiminin , milli zafer uğruna girilecek maceralar,
vatanseverlik ve uluslararası alanda girilecek ekonomik ve kültürel rekabet gibi bireye son derece az faydası dokunacak değerlerin yüceltilmesine neden olacağına inanıyordu.Milli eğitime
karşı çıktığı başka noktalarda vardı. Şöyle diyordu: " Gençliğimizin, ne kadar mükemmel olursa olsun anayasaya saygılı olmak üzere eğitilmesi doğru değildir, hakikate ve ancak etki altına alınmamış hakikat anlayışına uygun düştüğü takdirde anayasaya saygı duymak üzere yönlendirilmelidir."
Godwin , adil bir toplumun , ancak tüm insanların akıllarını özgürce kullanmalarının sonucunda ortaya çıkabileceğine inanıyordu.Godwin, modern okul eğitimine karşı çıktığı en çarpıcı ifadelerinden birinde şöyle diyordu: " İsterseniz bizi yok edin, ancak milli eğitim aracılığıyla düşüncelerimizde yer alan adalet ve adaletsizlik yok etmeye kalkışmayın."
Başka bir ifadesinde: " Devlet okulu sistemi varolan toplumsal sistemin bütün adaletsizlik

ve eşitsizlikleri ile birlikte sürdürülmesine yarayan güçlü bir araçtır." demektedir.
1901'de Barcelona'da Modern Okul'u kuran Francisco Ferrer'e göre ( Bu şehirde bir ayaklanma başlatmakla suçlanıp, 1909 yılında İspanyol hükümeti tarafından idam edilmişti.)
19. yy.'da, okulların zafere ulaşmasının nedeni toplumu ıslah etmeye yönelik genel bir istek değil , ekonomik gereksinimlerdi: " Eğitim yoluyla toplumun yenilenmesini beklemek değil, sanayi şirketlerini kurmak ve buralara yatırdıkları sermayeden kar elde etmek için insanlara, işçilere ve mükemmel emek araçlarına duydukları ihtiyaçtır. Ferrer, kapitalizmin hiyerarşik yapısının işçilerde, belirli karakter özelliği tiplerini gerektirdiğini kavramıştı.İşçiler fabrika mesaisinin sıkıntı ve monotonluğunu kabul etmek ve fabrika içindeki düzenlemeye itaatkar bir şekilde uyum sağlamak üzere eğitilmeliydiler.İşçiler dakik, itaatkar, pasif ve işlerini ve konumlarını kabul etmeye istekli olmalıydılar.Ferrer, "Milli okulları örgütleyenler, hiçbir zaman bireyin yüceltilmesini istemediler. Ancak, onun köleleştirilmesini istediler ve bugünün okullarından
herhangi bir şey ümit etmek boşunadır" diyordu.Ferrer' e göre, fakirlere varolan toplumsal yapıyı kabullenmeleri ve ekonomik gelişmenin varolan yapı içinde gösterilecek kişisel çabalara dayandığına inanmaları öğretilmekteydi. Hükümet okulun sadık yurttaşlar üretmesini istiyordu, sanayi ise eğitimli işçiler istiyordu.Ferrer'in bakış açısına göre bu talepler arasında bir çelişki yoktu. Godwin gibi o da , devletin zenginlerin çıkarını korumak için varolduğuna ve sanayinin ihtiyaçlarının devlet aracılığıyla ifade edildiğine inanıyordu.
İvan İllich'e göre toplumsal tabakalaşma süreci okul eğitiminin yapısında mevcuttur ve bu eğitimin en yıkıcı özelliklerinden biridir.Yoksulların , okulların kendilerine toplumsal ilerleme sağlayacağına ve okul eğitimi süreci içindeki bu ilerlemenin kişisel yeteneklerine bağlı olduğuna inanmaları istenir. Yoksullar bu inanç temelinde okul eğitimini desteklemeye hazırdırlar.fakat zenginler her zaman için yoksullardan daha uzun süre okul eğitimi görecekleri için, okul eğitimi sadece kurulu toplumsal farklılıkların yeni bir ölçüm aracı haline gelir.Yoksulların kendileri de okul standartlarının doğruluğuna inandıkları için , okul toplumsal bölünmenin daha da güçlü bir aracı olmuştur.Yoksullar okula gitmedikleri için yoksul olduklarına inandırılırlar.Yoksullara ilerleme fırsatı verldiği söylenir, onlarda buna inanırlar. Toplumsal konum, okul eğitimi aracılığıyla, başarı ve başarısızlık olarak tercüme edilir. Okul içinde yoksulun toplumsal ve ekonomik dezavantajları başarısızlık olarak nitelendirilir.İllich okulu , Ferrer gibi iktidar fahişesi olarak görür. Okulu yeni bir kilise olarak tanımlar.
Kaynak : Özgür Eğitim / Joel Spring / Ayrıntı Yayınları
Türkçe : Ayşen Ekmekçi



Kanat Genişliği : Öğrenen bir kişi yerine yaratıcı bir kişinin eğiteceği , öğretmenin mesai arkadaşına dönüşeceği , bilginin iradeye dönüşecek bir şey olarak ele alındığı , eğitilmiş insanın değil özgür insanın hedeflendiği yer neresidir? / Max Stirner


Pazar, Mayıs 25, 2008

Akıntıya Karşı


Okulumuzda yapılan denetim toplantısında konuşan
yurdum eğitim müfettişinin ifadesine göre öğrencilerin
başarıya ulaşmasında herhangi bir engelin olmadığı, aynı durumdaki başka okulların başarı elde ettikleri başarı
önündeki en büyük eksikliğin, öğrencilerin hırslı olmamaları, öğretmenlerin bu hırsı öğrencilerine aşılayamamalarıymış.
Tabi bu noktada aynı hırsı öğretmenlerden beklemekte.Öğrencinin öğrenciyle, öğretmenin öğretmenle, okulun okulla,velinin veliyle ve sonuçta paranın parayla
yarıştırıldığı bu eğitim düzeninde, hırsında hırsla yarıştığını,
dolayısıyla elindeki imkanlar neticesinde bu yarışta arkada
kalanın, hırslı olsa bile diğerinden geride kaldığı için hırssız
görüneceğini kendisi gibi orta zekalı her mevki sahibi
düzen adamı, eğer canı isterse kavrayabilir.

Kendisinden o kadar emin ve küstahça konuşmakta ki ,
söylediği her şeyin kendi beyninin ürünü olduğu izlenimine
kendisini zaten kaptırdığı belli olduğu gibi
karşısında oturan bizlerinde kapıldığını zannetmekte. Oysa o
bütün bu zihnine nakşedilenleri dillendirirken karşımızda
bir zavallı gibi göründüğünün farkında değil.

Bir kere hiçbir eğitsel kriteri dikkate almayan bu konuşma,
öncelikle üslubundan laubaliliğini açık etmekte, kurum
kimliğini ve kişiliğini geliştirmekten çok öğretmenleri
sindirmeye, emre itaat etmekten başka bir şey
düşündürmemeye, hiyerarşik zincir içinde kendini
öğretmenlerin üstünde konumlandırmaya
ve bu tavrı pekiştirmeye ( Patron- çavuş - amele
hiyerarşisi ) yönelik kapalı ancak kapalı olsa da her yanından
taşarak sırıtan anlamlar taşıdığı görülmekte hatta yer yer
goygoyculuğa kadar uzanmaktaydı.

Pek saygıdeğer (!) müfettişimiz bu konuşmalarında,
benzer konumda olduğunu ima ettiği kurumları karşılaştırırken
hangi araştırmalarının sonuçlarına dayanıyor,
hangi kriterleri göze alıyordur dersiniz : Tabi ki hiçbir.
İki saatlik ya da bir günlük kurum denetlemelerindeki
gözlemlerini dikkate alıyor olmalı büyük ihtimalle.

Peki bu gözlemleriyle sonuca giderken hangi objektif ve diğer
bilimsel çağdaş eğitim ilkelerini gözetiyor: Tabi ki yine hiçbir.
Sadece kendi görüş ve algı dünyasını, yani gözlerinin
gördüğü yer kadarını( ! ) Peki bunları kabul ettiğimizi düşünelim.
Bize her imkan sunulur,bunlarla harikalar yaratmamız
gerekirken, biz; çalıştığımız bu kurumun öğretmenleri;
birer miskin olduğumuz, ve hiçbir halta yaramadığımız
( ki çok net ima edildi ) için, aynı durumdaki diğer hırslı (!)
okul ve öğretmenlerden geri de kaldığımıza amenna
diyelim. Peki ne yapılmış ki bizden bir boy mesafe
kat edilmiş. Durum ortada. Sınava endeksli eğitim sisteminde
direkt başarıya( ! ) götüren net formül: Test çözmek. Ardından ,
resim, müzik,beden eğitimi gibi dersleri yapmamak, bu derslerde
soru çözmek, eğitimde eşitlik ilkelerine uymadığı halde özel
sınıflar oluşturmak, yasak olsa da kılıfına uydurmak, başarı
için her tür dalaverenin hoş görülebileceği, en yakın
arkadaşının, komşunun, meslektaşının satılabileceği,
kimsenin kimseye güvenemeyeceği arkanı kimseye
dönemeyeceğin, eğitimin bütün unsurları ile birbirine
yabancılaştığı bir ortam.
Evet düzenin beklentilerine bir nebze cevap veren yurdum
öğretmeni , yaptıklarına karşılık başarılı olduğu imasıyla
ödüllendiriliyor ve pohpohlanıyor ama bu kolaycılığı ve
fırsatçılığı ile çağdaş eğitim ilkelerin geri iterek, meslek onur ve
gereklerini ayak altına alarak öncelikle kendisine
ihanet ediyor.Belki de müfettişin imasında layığını bulan
miskinliğini ve yetersizliğini böylece kamufle ediyor.

Bizi miskinlikle kapalı bir biçimde itham eden müfettişe
gelince de , asıl kendi miskinliğini ve ölçüsüzlüğünü hiçbir
meslek adap ilke ve gereklerine uymayarak kendisi yapıyor.
Örneğin, bize komşunun çocuğunu örnek göstererek. "bak",
diyor, "o ne kadar başarılı ,sen niye böyle değilsin , haylaz
işe yaramaz ,tembel seni...! Öğretmene bu üslubu reva
gören anlayışına yöneltilecek: " Kendi çocuğuna bunu
yapar mısın, böyle söyler misin? sorusunun cevabı ise ;
"Höyt! " olacak kadar alçalabiliyor ve bırakın eğitimsel
kriterleri gezegenin hiçbir çağdaş kriterlerine sığmıyor.

Gözünü hırs bürümüş müfettiş, çocuklarımızın da kendine
benzemesini istemekte, bahsettiği hırsın dünyamızı
cehenneme çevirdiğini gün gibi ayan beyan görürken...
Daha çok kazan , daha çok tüket, daha çok kirlet, daha çok öldür...
Bu gün bu yüzden Amerika Irak'ta ve dahi her yerde .
Bu yüzden "Bin Ladin" var, şehirlerimizde bombalar patlatıyor.
Evlerimiz bu yüzden ne işe yaradığını bilmediğimiz,
bilsek bile yılda bir defa kullandığımız ürünlerle dolu.
Kimimiz bir elbiseyi bir defa giyerken , kimileri bırakın giyecek
elbiseyi yiyecek ekmeği bile yok. O ballandırdığı hırs yüzünden
eğitime, sağlığa ,yoksullukla mücadeleye ayrılması
gereken paralarımızı bombalara, silahlara harcıyoruz,
patlattıkça da coşuyoruz.

Bize, " Daha çok hırs sahibi ol ki mutlu azınlığa katıl."şiarı
düzenin, her ortaya koyuş, oluş ve biçimiyle adeta zerk
edilmekte.O mutlu azınlığın hiçbir vakit mutlu çoğunluğa
dönüşemeyeceğine olan bilinçle birlikte.
"Çoğunluğun canı cehenneme!"denmek isteniyor artık hiç saklama gereği
duymadan. Eğitimde öngördükleri bu yarış işte, adına düzen dedikleri
bu kargaşanın sürmesine hizmet ediyor.

Ayrıca müfettişimizin son olarak, bir çözüm sunuyormuşçasına
sözlerine eklediği öğretmenlerin yetersiz çalıştığını ima ederek, haftalık 40 saat
çalışmanın yasalarda olduğunu, bunun uygulanması gerektiğini söylemesi ise
( Toplantılarla, ek çalışmalarla , form doldurmalarla,
sınav kağıtlarıyla zaten uygulanıyor bu )
kendisinin ne tür gaflet içinde , nasıl efendisine aşık bir köle olduğunun da
ifşası oldu.Ülkemizdeki öğretmenlerin , dünyadaki bir çok benzerlerinden daha
kötü koşullarda, daha çok çalıştığı ortadayken kendisine "İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi " ni hatırlatmanın da fazla bir faydası yok.

Eğitim sistemindeki çıkmazın ve bütün sorunlarının
müsebbibi olarak en alttaki eğitim emekçisi olan öğretmenleri
görmek işin kolaycılığıdır ve bu ifade , bu aymazlığın en hafif
ifade şeklidir.Eğitim sistemi bir zihniyet dünyasının ürünüdür.
Bu zihniyet ile hesaplaşılmadıkça eğitimdeki
sorunlar alınacak önlemlerle ancak bir süreliğine ertelenebilir.
Kendimizi kandırmak yerine eğitim emekçileri olarak karşımıza
bazen fedakarlık, bazen bu kafada müfettiş, bazen ekonomik
zorluk, bazen dar kafalı yönetici, bazen göz boyayan başarı
ölçütleri vs. olarak çıkan sorunlarla mücadele etme kararlığı
ile yanlışa yanlış deme cesaretini hep birlikte gösterebilelim.
Eğitimin taşeronlaştırılan anlayışı içinde kıvranan öğretmenin ,
çeşitli gerekçeler ve yönetmelikler uydurularak
ücretlerinin gasp edildiği, sözleşmeli, geçici, şu bu diyerek
emeklerinin ucuzlatıldığı, kadroluya karşı bir koz olarak kullanıldığı
düzende, kendine vizyon biçemezken,
kuruma, sisteme nasıl vizyon vereceğini sorabilelim.
Asıl başarının eğitimin insanların mutluluğuna hizmet edip
edemeyeceği ile ölçülebileceğini söyleyebilelim.

Akıntıya karşı kürek çekmeyi göze almak. Asıl fedakarlık budur sanırım.
Umudun şiarını unutmadan elbet: "Başka bir dünya mümkün."

Perşembe, Mayıs 15, 2008

Eskici ile Zengin



Bir eskici varmış,

Pabuç yamar, türkü söylermiş sabah akşam.

Seyret, için açılsın,

Sicimi geçirdi mi deliğe,

Değme keyfine:

Mutlu erenlerden daha mutluymuş.

Komşusu, tersine, asık yüzlüymüş.

Ne türkü, ne doğru dürüst uyku.

Para babasıymış adam ne yapsın;

İliklerine kadar altın dolu.

Sabaha karşı tam dalacak,

Eskici başlarmış türkü söylemeye,

Şu tanrının işine bak:

Param var, uykum yok.

Neden yiyecek , içecek satılıyor da

Uyku satılmıyor çarşı pazarda?

Böyle sızlanıp dururmuş seninki.

Bir gün konağına çağırmış eskiciyi:

- Merak ettim, Bay Kirkor, demiş,

Sizin yıllık kazancınız nedir?

Eskici gülmüş:-Vallahi bayım , demiş,

Ben bütçeyi pek yıl üstüne kurmam.

Bir günün hesabını ötekine karıştırmam.

Her gün kendi ekmeğini getirir.

Bir yıl yaşar mıyız, kimbilir?

- Peki, demiş. Günlük kazancınız ne kadar?

- Gününe bakar: Dün çok , bu gün az.

Her gün iş olsa kazancım kötü sayılmaz.

Ne var ki, işsiz günler giriyor araya,

Bizler boş oturduk mu fena.

O bayramlar yok mu, bayramlar?

Onlar yıkıyor bizi!

Biri bitmeden öteki.

Papaz efendinin de insafı yok ki;

Her vaazından yeni bir aziz çıkarıyor ortaya.

Her aziz de bir bayram istiyor bizden.

Zengin, gülmüş adamın saflığına:

- Dur, demiş. Ben de bir azizlik yapayım sana,

Al şu altını, sakla bir köşeye;

Bayram günlerinde bozdur bozdur ye.

Eskici bu kadar parayı rüyasında görmemiş.

Bütün dünya yüzyıl geçinir, demiş, bununla.

Koşmuş evine,

Gömmüş altınları mahzene.

Onlarla keyfini de gömmüş meğer;

Gayrı türkü mürkü ne gezer!

Evine girince dünyamızın baş belası,

Kesilmiş adamın sesi sedası.

Gel de uyuyabilirsen uyu:

Türlü kaygılar sarmış başını;

Sinsi kuşkular, boşuna korkular.

Bütün gün göz tetikte,

Bütün gece kulak kirişte;

Bir gürültü yapsa kedi:

Eyvah! .. Paralar gitti!

Adamlıktan çıkmış biçare.

Sonunda koşmuş evine

Türküsünden kurtulan adamın:

- Al, demiş, altınlarını geri;

Elden gel uykumu , türkülerimi.

La Fontaine

Sabahattin Eyuboğlu / Bütün Masallar / Cem Yayınları


Kanat Genişliği : İşiniz çocuğa çok şey öğretmek değil , doğru ve

aydınlık fikirler aşılamaktır. / J. J. Rousseau

Rüzgarda Uğuldayan Sözcükler Sözlüğü :

Zombi :Bedenleri canlı olsa da ruhları ölmüş, düşünceleri,

konuşmaları da boş olan; konuşmak yerine gevezelik eden,

düşünmek yerine kalıplaşmış fikirleri kullanıp duran kişiler.

Siste Beliren : Karşı dağların ardı aydınlanınca deniz menevişledi.
Denizin üstünde çok mor, çok turuncu, çok yeşil, çok sarı, çok kırmızı
ışıklar kaynaşmaya başladı. Poyraz Musa, başını kaldırıp karşıya
bakınca az ilerideki adayı gördü, hızını kesti, kayığı durdurdu ayağa
kalktı, kollarını açtı, derin bir soluk aldı, kayık sağa sola hafiften
sallanıyordu. Bir tansıkla karşı karşıyaydı. Ada pespembe bir ışığa
batmıştı.Pembe ışık denize yansımış inceden dalgalanıyordu. /

Yaşar Kemal

/ Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana / s-7 /
Adam Yayınları