Perşembe, Haziran 29, 2006

Pencere




Pencere, en iyisi pencere,

Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa ;

Dört duvarı göreceğine.
Orhan Veli

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Hep

Hep eksiklikler yaşayacaksın - ve hep fazlalıklar .
Oruç Aruoba (De ki İşte)

Pazar, Haziran 25, 2006

Özgürlük Ateşi


Xanthos antik kentini duymuşsunuzdur. Fethiye -Kaş karayolu üzerinde , Kınık yakınlarında, Eşen çayı kenarında kurulmuş eski bir kent...İlk gezdiğimde aşağıda okuyacağınız hikayesini de yeni duymuş ve etkileyici bulmuştum.Bu gün ,o gün okuduğum hikayesini tekrar okuyunca La fonten'in bir fablını da hatırladım:
Kahraman ve onurlu Xanthos...
Mitolojik öyküler bir yana Xanthos antik çağın "en onurlu ve kahraman kenti" olarak anılıyor. Tarihin ilk dünya savaşı, on yıl süren Truva Savaşları olarak bilinir. Bir güzellik yarışmasının ardından Olimpos Tanrıları’nın kıskançlık, öfke ve ihtiraslarına kurban olan iki kent; Akha ve Truva, on yıl boyunca savaşmıştı. Yunanistan’dan gelen 100 bin kişilik Akha ordusu Truva’ya saldırdığında, Anadolu’nun dört bir yanından yardım gelmişti. İ.Ö. 1200 yılında, Truva’ya yardım edenler arasında Xanthoslu Sarpedon komutasındaki Likya ordusu da vardı... Xanthos, Likya’nın belki de en cesur, en kahraman ve en onurlu kentiydi...
Tarih boyunca hep cesaretleriyle anılan Xanthoslular, özgürlüklerine öylesine düşkündü ki, tek korkuları “esir düşmek” olmuştu. Esir düşmemek için benimsedikleri ilginç bir gelenekleri vardı. Kentin en iyi ailelerinden seçilen küçük bir grup uzaklara, başka kentlere gider, “topluca ölüm” haberi gelene dek orada yaşarlardı. Halk, esir düşmektense, topluca intiharı seçerdi. O küçük grup daha sonra geri döner, kenti yeniden kurardı... Gerçekten de Xanhtos, iki toplu intiharın ardından, iki kez yeniden kurulmuştu...

Persler'den Bizanslılar'a
İ.Ö. 500’lü yıllarda Persler, Anadolu’daki kentleri birer birer ele geçirmeye başlamışlardı. Sıra Xanthos’a geldiğinde inanılmaz bir direnişle karşılaştılar. Xanthos halkı yenilmektense topluca intihar etti. Kent dışında bulunan Xanthoslular, yıllar sonra kenti yeniden kurdular... Ancak talihsizlik yakalarını bırakmadı, kent bir büyük yangın yüzünden yerle bir oldu, yıllar sonra bir kez daha, bu sefer Roma İmparatoru Brutus’e karşı toplu intiharı seçtiler... Bir başka Romalı, Marcus Antoninus inanılmaz bir inatla kenti tekrar ayağa kaldırdı ve Xanthos’a yeniden yaşam verdi...
Xanthos, Likya tarih sayfalarına, “cumhuriyet yönetimini uygulayan ilk ülke” olarak da geçiyor. İ.Ö. 300’lü yıllarda, bölgedeki 23 kent bir birlik kurarak demokratik bir yönetim benimsemiş ve İ.Ö. 2’nci yüzyılda Xanthos’u kendilerine başkent seçmişlerdi. 23 Likya kentinin temsilcileri burada toplanır, bölgeyle ilgili en önemli kararları burada alırlardı...
Kaynak

Xanthos Yazıtı

Evlerimizi mezar yaptık,

Mezarlarımızı ev.
Yıkıldı evlerimiz,
Yağmalandı mezarlarımız.
Dağların doruğuna çıktık,
Toprağın altına girdik,
Suların altında kaldık,
Gelip buldular bizi.
Yakıp yıktılar,
Yağmaladılar bizi.
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın
Ve ölülerimizin uğruna,
Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna,
Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları.
Bir ateş bıraktık geride,
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan.
çev.:Azra Erhat


------------------&---------------------

Kurtla Köpek
Köpekler kuş uçurmaz olmuş çiftlikten
Kurt çelebi tazıya dönmüş açlıktan.
Bir deri bir kemik , dolaşırken dağda
Bir çomar görmüş ,ama ne çomar,
Kerli ferli, yağlı besili, parlak tüylü.
Yolunu şaşırmış besbelli.
Saldır , lokma lokma et şunu.
Hazretin canına minnet,
Ama bakmış, kan gövdeyi götürecek:
Kelleyi pahalıya vereceğe benzer
Bu koca köpek.
Aşağıdan almış, ne yapsın:
(Devamı burada)

Cumartesi, Haziran 24, 2006

Hayal Et



Hayal et, cennet diye bir şey yok
Biraz çaba gösterirsen, yapmak kolay bunu
Ayaklarımızın altında cehennem yok
Tepemizde, sadece gökyüzü
Hayal et tüm insanların
Sadece "bugün" için yaşadıklarını
Yeryüzünde hiçbir ülkenin olmadığını hayal et
Zor değil yapmak bunu
Öldürmek ve ölmek için
Ortada bir din de yok...
Hayal et tüm insanların,
Barış içerisinde yaşadıklarını
Hayal et, hırsın olmayışını
Yap ve şaşırt beni
Açgözlülük de yok, açlık da...
İnsanlar arasında bir kardeşlik ortamı,
Hayal et tüm insanların
Dünyayı paylaştıklarını...
Diyebilirsin ki, ben ayakta uyuyorum, rüya görüyorum
Fakat ben, bunu yapan tek kişi değilim
Umarım bir gün gelir sen de bize katılırsın
Ve dünyada birlik içinde yaşarız...

John Lenon

Cuma, Haziran 23, 2006

Bir Çin Şiiri


(7.yy)
Davacı zengin, davalı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa.
Davacı yoksul, davalı zenginse,
Davalıda kalır nizalı arsa.
Davacı da davalı da zenginse;davadan
Özür diler çekilir aradan kadı.
Davalı da davalı da yoksulsa;bak
Sade o zaman işte yerin bulur hak.
Can Yücel

Perşembe, Haziran 22, 2006

Requiem Hakkında İki Anekdot



''1791 Temmuz'unda, Mozart'ın evine bir yabancı geldi. Griler içindeki bu ziyaretçi, bir soylunun elçisi olarak geldiğini ve besteciye efendisi adına bir requiem siparişi vermek istediğini bildirdi.Sipariş verenin kimliğini gizlemek istediğini ve eserin efendisi için çok değerli birisi için sipariş edildiğini söyledi. Eser için besteciye yarısı hemen ödenmek üzere 450 Gulden verilecekti. Hızla çalışmaya başlayan Mozart , aynı zamanda ''Sihirli Flüt'' için de çalışıyordu.Mozart , Requiem üzerindeki çalışması ilerledikçe korkunç bir fikre saplandı. Uzun sürede etkisini gösteren bir ilaçla zehirlendiğini ve eseri ısmarlayanların ölüm tarihini hesapladıklarına inanıyordu.Böylece her geçen gün , bestelediği eserin kendi Requiem 'i olduğuna inanmaya başladı.''
-----0000000------
''Viyana yakınlarındaki şatosunda yaşayan Kont Franz von Walsegg amatör olarak flüt ve çello çalan , aynı zamanda besteci olmaya heveslenen bir soyluydu. Şatosunda düzenlediği konserlerde , önceden devrin tanınmış bestecilerine sipariş ettiği eserleri , kendi besteleriymiş gibi sunmaktan büyük zevk duyardı. Çevresindekilerin çoğu , işin aslını bilmekle birlikte, kont'un oyununa katılıyordu.
14 Şubat 1791 günü , Kont'un genç eşi Anna Von Walsegg ,21 yaşında yaşamını yitirdi. Bu olaya çok üzülen Kont, karısının ölümünün birinci yılında çalınmak üzere bir Requiem ısmarlamak istedi. Besteci olarakta Mozart'ı seçti ve adamlarından birini ona gönderdi.Neredeyse efsane haline gelen ''grili adam '' , yani kimliğini gizleyen elçi, besteciye çok iyi bir tutar , 450 Gulden öneriyordu.( Müzik tarihçileri Mozart'ın Kont'u tanıdığı yolunda fikirler ileri sürüyorlar. Eseri bizzat Kont'un kendisinin Sipariş verdiğini söylüyorlar.)
Mozart her zaman olduğu gibi , siparişi alır almaz hemen çalışmaya başladı. ilk iki bölümünü tamamladı. Daha sonra Sihirli Flüt Operası üzerindeki çalışmaları ve gittikçe bozulan sağlığı, bestecinin istediği hızda çalışmasını engelliyordu. 5 Aralık 1791 gecesi öldüğünde eserin ancak ''Lacrimosa'' bölümüne kadar tamamlayabilmişti.Diğer bölümler için ancak taslaklar vardı.
Mozart'ın ölümünden sonra karısı Constanze, eseri tamamlanmış olarak geri verme telaşına düştü. Eşinin ölümü zaten kötü olan maddi durumlarını iyice bozmuştu ve buradan alacağı paraya çok ihtiyacı vardı.Genç kadının aklına , kocasına son yıllarda eserlerini kopya etmekte yardım eden ve aynı zamanda öğrencisi de olan Franz Xaver Süssmayr geldi. Üstelik Mozart'ın stilini en iyi o taklit ediyordu. Böylece eser üzerinde çalışmaya başlayan besteci , bir süre sonra eseri tamamladı ve eser sipariş sahibine ulaştırıldı.
Gerçekten de bugün pek çok uzman, eserin hangi bölümlerinin Mozart'a ait olduğunu tam olarak saptayamıyor.''
Gerek müziğindeki olağanüstü yoğunluk,gerekse bestelenişindeki esrar, Requiem'i iki yüz yıldır Mozart'ın en tanınmış eseri konumuna getirmiştir.

''Duygularımı şiirle aktaramam, şair değilim;
kendimi gölgeler ve ışıkla ifade edemem, ressam değilim;
düşüncelerimi hareketlerle de açıklayamam, dansçı değilim.
Ama hepsini müzikle yapabilirim.Ben müzisyenim...''
W.A.Mozart
kaynak: Boyut Müzik/klasik müzik koleksiyonu

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Dilin Gücü

Güçlü olmak istersen söz ustası ol:
Dil, yiğit elindeki kılıç gibidir.
İyi konuşan daha merttir iyi döğüşenden.
Dize getiremezler yüreği cerbezeli olanı.
İyilikle , adaletle hüküm sürer
Atalar dilini güzel konuşan.

Kaynak: Eski Mısır ' dan Şiirler/T. Sait Halman

Şeyh Bedrettin

Şeyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan II'nci İzzeddin Keykavus' un beşinci kuşaktan torunudur. Edirne'ninyakınındaki Simavna kasabasında doğmuştur. Babası Gazi İsrail, Simavna kalesini alan Türk ordusunun kumandanıydı. Kalenin alınışından sonra da Simavna kadısı olmuştur. Bedreddin, Yıldırım Bayezidin Timur'a yenilmesinden sonra Bayezidin oğlu Musa Çelebi'nin kazaskerliğini yapmıştır. Bayezid'in öteki oğlu Mehmet Çelebi, kardeşini ortadan kaldırıp yönetimi tek başına ele alınca (1413) İznik'e sürülmüş, halifelerinin çıkardığı isyanlar sonunda da yakalanarak Serez'de asılmıştır. Serez'in Yunanlılara geçişinden sonra Bedreddin'in kemikleri bir sandık içinde İstanbul'a getirilerek Topkapı Sarayı Müzesi,'ne konulmuştur.
Bedreddin'in toplumculuğu, sürgün olarak gönderildiği İznik'te başlıyor. Kendisi, toplumsal düşüncesini şöyle anlatmaktadır: Tanrı, dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Şu halde dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. İnsanlar eşit olarak yaratılmışlardır. Birinin mal toplayıp öbürünün aç kalması Tanrı'nın amacına aykırıdır. Ben, senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen, benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizindir.
Tanrı, insanlara akıl verdi. Herkes, Tanrı'yı aklının erdiğince kavrayabilir. Birinin kavrayışı ötekinin kavrayışına benzemeyebilir. Aynı kavrayışta bulunmayanların birbirlerini kınamaları, birbirlerini zorlamaları doğru değildir:Düşünce ve vicdan özgürlüğü, doğal düzenin ürünüdür. Ayrılıklar din adamlarının işleri karıştırmasından doğmuştur. Bunlar ortadan kaldırılırsa bütün dinler bir olur. Hıristiyanların Tanrı'yı kavradıklarını yadsımak dinsizliktir. Onlar da aynı Tanrı'ya tapmaktadırlar. Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep aynı Tanrı'nın kuludur. Hepsi kardeştirler. Aralarında sevgi ve saygı olmalıdır. Onların bu sevgi ve saygıları gerçeği yanlışa üstün kılacak, amaç, gürültüsüzce kendiliğinden elde edilecektir. Birbirlerini sevenler ve sayanlar herzaman birleşebilirler.
Hükümet, seçimle kurulmalıdır. Ulus, tam bir özgürlük içinde oyunu kullanabilmelidir. Kıyan ve zorba (zalim ve mütegallip) bir hükümetin buyruklarına uymamak gerekir (caizdir). Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep zorbalığın ürünüdür. Bu zorbalığa boyun eğilmemelidir.
Bedreddin'in açık seçik maddeciliği, tasavvuf konusundaki düşünceleriyle büsbütün belirmektedir. Örneğin,varsayılan ölüm ötesi (ahret) üstüne hemen bütün tasavvuf bilginleri sustukları, gerçek düşüncelerini açıklamak gücünü, gösteremedikleri halde Şeyh Bedreddin, Varidat adlı yapıtında korkusuzca ve açık yürekle şunları söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan güçlerden ibarettir. İnsanı iyiliğe sürükleyen kendi gücü melek,kötülüğe sürükleyen kendi gücü de şeytandır. Bu güçler, sadece insanlarda değil, bütün cisimlerde vardır. Örneğin,bir yağmur tanesi bir neden ve güçle oluşur (teşekkül eder). Yağmur tanesini oluşturan ve tarlaya düşüren güce melek denir. Deccal, Dabbe, Mehdi'nin görünmesi gibi kıyamet belirtileri yüzyıllardan beri boşuna beklenmiştir,bundan sonra da boşuna beklenecektir. Vücut zerreciklerinin bir kez dağıldıktan sonra yeniden bir araya gelmesine ve cesetlerin yeniden dirilmesine (haşrine) imkan yoktur. Her güzel şey cennet, her kötü şey cehennemdir.Kitaplarda tanımlanan cennet ve cehennem bir düşçülük ürünüdür (hayal aleminde tahakkuk etmiştir).Bedreddin, tapınma (ibadet) konusunda da şunları söylemektedir: Tapınma, bütün namazlar ve niyazlar, ahlakın düzeltilmesi, içyüzün arınması içindir. Gerçek tapınmanın hiçbir koşulu, sınırı, biçimi yoktur (yüzünüzü nereyedönerseniz Tanrı oradadır, ayetini hatırlayınız). Tapınma, hangi biçimde yapılırsa yapılsın, Tanrı'nın isteğine uygun olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadığı şeyleri bildiği halde bunları halka söylemez. Onları meydana apaçık koyarsa öldürüleceğini bilir. Gerçi bu, ikiyüzlülük sayılabilir. Ama dışla için bir ayrılığı olmalıdır. Her inanış,kendi yerinde (mertebesinde) haktır. Gerçek, halka, daha işin başında ve apaçık söylenirse ya yollarını sapıtırlar, yada gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrı ayrı gözetilerek, ortalama bir yolla birbirlerine alıştırılabilir.Ama her halde halk, gerçeğe (hakikate) alıştırılmalıdır.
Halifelerinden Börklüce Mustafa'yla Torlak Kemal'in çıkardıkları isyanlar bastırılıp bağlılarının tümü kılıçtan geçirilince Şeyh Bedreddin, sürgün olarak bulunduğu İznik'ten yola çıkarak Çelebi Sultan Mehmet'in o sırada bulunduğu Serez'e kendi ayağıyla gelmiş ve boynunu ipe uzatmıştır. Tarih şöyle yazıyor: Çelebi Sultan Mehmet,Bedreddin'i karşısında görünce, yüzünüz neden bu kadar sarardı? diye sormuş. Bedreddin de şu karşılığı vermiş:''Güneş, batarken sararır.''

Kaynak: Düşünce Tarihi S/186-187 / Orhan Hançerlioğlu / Remzi Kitabevi..
Ayrıntı


Şeyh Bedreddin Destanı'ndan/Nazım Hikmet
...
Yağmur çiseliyor,
Korkarak yavaş sesle
Bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Beyaz ve çıplak murted ayaklarının
Islak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor.
Serez'in esnaf çarşısında,
Bir bakırcı dükkanının karşısında
Bedreddin'im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
Yapraksız bir dalda sallanan
Şeyh'imin çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü.
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.

Salı, Haziran 20, 2006

Sereserpe


Uzanıp yatıvermiş, sereserpe;
Entarisi sıyrılmış hafiften;
Kolunu kaldırmış koltuğu görünüyor,


Bir eliyle de göğsünü tutmuş,

İçinde kötülüğü yok biliyorum;
Yok benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki
!
Orhan Veli

Cumartesi, Haziran 17, 2006

Ölümsever mi ,Vatansever mi?



Geçenlerde Perihan Mağden'in yazısı nedeni ile yargılandığı davaya girerken kapıda malum vatanseverler yine protesto gösterilerini eda ettiler.Bunda bir tuhaflık yok.Zaten alıştırıldık bu derin toplum psikolojisine.
Ama insanı tuhaf eden, kutsal ölüm annelerinin''Şehit annesi olma hakkımı elimden alamazsınız ''demeleri...
Bu nasıl bir haktır anlamakta zorlandım.Bu nasıl bir kutsallıktır ki yaşamı değilde ölümü yüceltir.Bu nasıl bir devran ki neredeyse tamamı yoksul olan bu şehit anneleri yaşama ,yaşamaya dair bir hak için sokağa dökülmezde ölüm hakkı için bütün yüreği ile bağırır.Bu nasıl bir kullanılış biçimi.Bu hiç mi içinizi acıtmaz vatan seviciler...
Madalyonun diğer yüzünde bir başka itilmiş ,yaşamın kıyısına sürülmüş anne resmi var.Annelik kimliğinden başka hiç bir kimliği toplumda kabul görmeyen yine aynı yoksullukla yok sayılmışlıkla yüzyüze...Onlarda kendilerine ''yurtsever'' diyorlar.
Çıkarın ölü bedenlerindeki giysileri.Ne kalıyor geriye. Ölümle eşitlenmiş iki insan bedeni.Oysa suyun altına çamur birikmiş.Ve birileri herzaman karıştırıyor bir çomakla suyu.Yaşamlarındaki bu kadar benzerlik silinip kayboluyor o bulanık suda...
Tüm bu yaşamdan kopup,ölüme yakın duruşumuz,korku toplumuna dönüşmemiz daha önce okuduğum Erich Fromm 'un bir kitabını hatırlattı.Kitaplardan aldığım notları karıştırdım.Şimdi onlardan alıntılar aktaracağım.(Sayfa belirtemeyeceğim. Kitap elimde değil)Ardından yine aynı kitaptan alıntıladığım küçük bir şiirle bitireceğim:
''Yaşamı boğan,kısıtlayan paramparça eden, herşey kötüdür.''
''Özgür insan ölümü herşeyden az düşünür.Onun bilgeliği ölüme değil,yaşama yoğunlaşmasından doğar.''(Spinoza)
''Katıksız ölümsever delidir, katıksız yaşamsever de aziz.''
''Yaratma,kurma ,şaşabilme ve göze alabilme özgürlüğü...Bu özgürlüğü tadmak için etkin ve sorumlu bir birey olmak gerekir.''
''Sevgi, hadım edilme korkusu,kıskançlık,sadizm gibi önemli olgularla ezilen sınıfların yöneticilerine boyun eğmeye hazır olmaları gibi kitlesel olguları Freud,-narsisizm-kavramıyla anlatmıştır.''
''Nevrozlu kişi ,kendisinden hep nefret edildiğinden,kötülüğe uğrayacağından vb. korkar.Gene de bunların kendi kuruntuları olduğunu bilir.''
''Kişi kendini tanrılaştırmaya çalıştıkça kendini diğer insanlardan soyutlar.Bu soyutlama onu daha da korkak yapar.Bunların sonucunda doğan korkuya dayanabilmek için kişi gücünü, acımasızlığını ve narsisizmini gittikçe arttırır.''(Korku toplumuna giden yolu iyi açıklıyor sanırım.)
''Demokrasi,insanın özgürleştiği ve eleştirel aklın damgasını bastığı toplumlara özgüdür.''
''Bilimsel yöntem nesnellik ve gerçekçilik gerektirir.Dünyayı kendi istek ve korkularımıza göre çarpıtmadan,olduğu gibi görmeyi zorunlu kılar. Eleştirel bir biçimde düşünebilme, deneylere girişme,kanıt bulma gereksinimi duyma, kuşkulu bir tutum edinme özelliklerini sağlar.Bunlar narsisist eğilime karşıt tutumlardır.''
''Aşırı narsisist topluluk kendini özdeşleştirebileceği bir önder bulmak ister.''
''Yaşamın tamamiyle denetlenebilir olması için herşeyin ölü olması gerekir.Ölümsever kişi yaşamı denetlenebilir kılmak ister.''
''Yaşama hizmet eden herşey iyidir. Ölüme hizmet eden herşey kötüdür.''

Yaşam ve ölüm sevgisinin gelişmesi için gerekli koşullara buradan bakınız.Şimdi şiir:

'Farkettim gücümün
belleğimde saklı olduğunu...
Farkettim herşeyin değiştiğini
herşeyin küçük olduğunu...''


Kaynak:Erich Fromm/Sevgi ve Şiddetin kaynağı

Salı, Haziran 13, 2006

Bir Kitap ve İki Şiir...

Kitapları karıştırırken Serol Teber'in''Melankoli ''kitabı elime geldi.Önceden okumuştum. Altını çizdiğim yerleri inceledim.Biri şöyleydi:''Melankolikler,her zaman bilinçli olarak ayırdına varamasalar bile insanların benliğinin(de)siyasal bir ürün olduğunu ve yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağını bizzat kendi öz-benliklerinde sezinlerler.Bunun acısını,utancını ve ruhsal gerilimini duyarlar.İnsanın kendi kişisel yazgısını gene kendisinin belirleme istemi... Melankolik kişilerde sorun genellikle bu temel noktada yoğunlaşmaktadır. Karşılığını yaşamı pahasına ödemek koşuluyla da olsa melankolik insan, kendi yaşamına kendisinin bir anlam verebilmesini istemekte,çoğu kez bunu başaramadığı içinde,her şeyden vazgeçip, kuşku ,düş kırıklığı ve hüzünle, kendi içine çekilmektedir.Bu bağlamda, melankoli ,sıradan bir varoluşa karşı, bireysel ve tek kişilik de olsa,vazgeçen,geri çekilen, yadsıyan-Sokrates ve Antigone örneklerinde olduğu gibi,kendisini karşı olduğu insanlara/kurumlara-dolaylıve dolaysız-öldürten ya da intihar eden- anlamlı bir başkaldırı olarakta düşünülebilir.'' Kitap şu şiir cümlesi ile bitiyor:''Anlamayacak olanlara söyleme sakın/Bilebileceğin en güzel şeyleri.''
Tekrar okunabilir.Antigone' da(Sophokles'in)...
Aşağıdaki Baudelaıre şiirini bu kitaptan aldım.Altındaki bir Rimbaud şiiri .(yanlış hatırlamıyorsam)Ne zamandır bu şiiri arıyordum. Bir yere yazdığımı anımsıyorum. Meğer bu kitabın arasındaymış...Şimdi bu ,iki şiiri okuyun:


Hayır Duası
Karşı konmaz güçlerin buyruğu üzre,ozan
Geldiğinde bu tatsız,can sıkıcı dünyaya
Yumruğunu dehşetle, lanetle kaldıran
Annesi kafa tutar rahmeti bol tanrıya:

''Nasıl düştü karnıma bu garip varlık benim,
Lanet olsun bir anlık arzu gecelerine!
Nasıl beslerim onu,nasıl emzireceğim?
Engerek doğursaydım bu gudubet yerine!

Madem hazin kocamın çöplüğü olmam için
Onca kadın içinden beni seçmişsin tamam,
ve mademki cılız,çelimsiz canavarı
Bir aşk mektubu gibi ateşlere atamam,

Öyle buracağım ki bu pis, sefil ağacı
Kokmuş tomurcukları asla açılmayacak!
Yanına kalmayacak bana verdiği acı,
Lanetli eserinin üstüne fışkıracak!''

C. Baudelaire
çev:Erdoğan Alkan



Garibin Düşü
Sabretmeyi bilirim ben.
İçebileceğim sessiz
ve ölebileceğim,tasasız
bir akşam vardır bekleyen
birinde eski kentlerin!

Direnmezse acılarım,
bir gün altınım olursa
kuzeye giderim, ya da
bağ kentlerini boylarım
-tatsız düşlerden usandım.

Bir şey var yitip kaybolan.
Dolaşıpta köşe bucak ,
döndüğümde açmayacak
kapısını o yeşil han
güleryüzle hiçbir zaman.
Arthur Rimbaud

çev:hatırlayamadım...

Cumartesi, Haziran 10, 2006

Timon İçin

Vaktiyle Radyo 1'de William Shakespeare'in ''Atinalı Timon'' adlı oyununu Radyo Tiyatrosunda dinlemiştim. O günden sonra Timon, Rüştü Asyalı'nın sesiyle içimde yer etmişti. Şimdi üç tane epigramma yazacağım ,farklı kişilerden.Hepsi Timon'la ilgili...Epigrammanın sözlük anlamı,bir şeyin üzerine yazılan yazı demekmiş.Bu anlam zamanla bronz ya da mermer plakalara kazılan kısa şiirleri kapsamış.Daha sonra,sadece kısa şiirlere verilen isim olmuş.Ama önce Timon'un hikayesinden kısaca bahsedeyim:
Timon Atina'da cömertliğiyle ün yapmış sevilen bir kişidir .Öyle ki kentin her türlü sorunun da bile ona başvurulur.Evi ve sofrası herkese açıktır.Bu haliyle herkesten saygı görmektedir,kentin babası gibidir.Ne varki gün gelir Timon'un zenginliği tükenmeye başlar.Hiç almayıp, hep veren Timon'un kapısında alacaklılar birikmeye başlar.Timon bu kötü zamanında çok sevildiğine inandığı yakınlarına ,Atinalılara ve senatoya güvenmektedir.Fakat Timon'un kapısını artık kimse çalmamaktadır.yakınları ona rastlamamak için evlerinden çıkmazlar.Senato onun bu zor durumuna ilgisiz kalır.Timon yaşadığı büyük hayal kırıklığının ardından ,artık tüm insanlarlara karşı büyük bir nefret ve tiksinti duymaktadır.Ancak bunu belli etmez Eski varlıklı günlerine kavuştuğu söylentisi yayarak Tüm eski çevresini ziyafete çağırır.Bunu duyan Atinalılar Timon'un ziyafetine koşarlar.Timon ziyafetine gelenlere boş sahanları açtırır ve ''yalayın köpekler! ''diye bağırır ve tüm nefretini haykırır.
Daha sonra bir dağ başına çekilen Timon bir daha insanların arasına karışmaz. Onu vazgeçirmek için gelen bir kaç tanıdığını da en kötü ilenmelerle yanından kovar.
İşte hikaye bu şekilde..Ne diyeyim ,gerçek dostunuz çok olsun.Şimdi epigrammalar:

İnsan Sevmeyen Timon'a Kötü Gelen Öteki Dünya
-Söyle Timon ,bura mı yoksa ora mı kötü?
-Bura kötü!
Daha çoksunuz burada çünkü.
Kallimakos

İnsan Sevmeyen Ölü
Esenleme beni yolcu,yoluna git!
Uzak durman en büyük esenlik bana.
Kallimakos

Timon için
Isırgan otu dört yanım,devedikeni;
Var git yoluna yolcu,dalar yaklaşırsan.
Benim ..Ta kendisi, insan sevmeyen Timon.
İçinden geldiği gibi söv ,helal olsun,
Çekil git yeter ki!
Hegesippos
Çeviriler:Oktay Rifat



Kaynak : Yunan Antologyasıve Latin Ozanlarından çeviriler/O.Rifat-Adam yayınları
Zeynep yazıcı/netyorum.com

Perşembe, Haziran 08, 2006

Bir Türk 'ün Yakınmaları

Şu günlerde toplum hayatımızda Cem Yılmaz'ın ''Gora'' adlı filminde Komutan Logar'a durup durup ''Yabancı bir cisim bize doğru yaklaşıyor'' diyen karakter gibi bir şahsiyet zuhur etti.Yalnız burada Komutan Logar Türkiye hukuk sistemi oluyor.Ben bu yıl birinci sınıfların öğretmeniyim.Sanırım hukuk sistemimiz de benim şikayetçi öğrencilerim karşısında düştüğüm dumumu yaşıyor:Bıkkınlık...Kim mi bu şahsiyet? Bilirsiniz canım,
derin toplumun yeni tezahürü:kerinçsiz. Yeni dediysem, starlık anlamında...( Adın ilk harfi imla hatası değil, zira biz özel ve cins isimleri anlatırken ''Eğer bir varlıktan dünyada bir tane varsa adı özel ,değilse cins adıdır '' diyoruz.) Yeni kurban Elif Şafak'mış.Türklük adına buluttan bile nem kapacak bir halde,bir serseri mayın gibi ortalıkta dolaşıyor . Konuşan, fikir üreten herkese çarpabilir.Yasalardaki eksiklik fazlalık ve yorumlara açıklık hali de değerli Türk'ümüze kolaylık sağlıyor olmalı.(Türk derken ,kimliğinin tek öznesi haline getirdiği içindir.)Söylenecek çok şey var ama dil yorulduğuna değmez diye düşünüyorum. Sadece ,düşünür Şopenhavır 'ın(yazılışını hatırlamıyorum) sözünü yineleyelim:''Hayatta gurur duyacak hiçbir şeyi olmayan her acınası alık ait olduğu milletle gurur duymakla elindeki son çareye el atmış olur.'' (bağlantı)



Perşembe, Haziran 01, 2006

Eşek ve Efendileri



Bahçıvanın eşeği
Kaderden şikayetçiymiş.
Gün doğmadan kalkmak
Canına tak demiş.
- İNSAF, diyormuş;
Horoz bile uykuda ben yüklenirken.
Neymiş? Pazara ot gidecekmiş.
Ot için uyan caanım uykudan.
Kader acımış eşeğe.
Değiştirmiş efendisini.
Bizimki düşmüş bir dericiye.
Gel de arama eskisini:
Deriler leş gibi kokar,
Üstelik ottan da ağır.
- Ah, demiş; ben böyle mi olacaktım?
Eskiden hiç olmazsa,
Başımı bir attım mı arkaya,
Bir parça yeşillik yolardım.
Lahana bile çıkardı bahtıma.
Şimdi yesem yesem
Sopa yiyorum başımı çevirsem.

Kader yine acımış eşeğe,
Almış dericiden, vermiş kömürcüye.
Eşeğin hali büsbütün duman.
Başlamış yine dert yanmaya;
Kader kızmış artık o zaman:
- Bıktım gayrı, demiş, bu eşekten.
Padişahlara yüz vermedim
Bu eşeğe verdiğim kadar.
Başka işim mi yok benim?
Dünyada dertli bir o mu var?

Kader haklı; ama hep böyleyiz:
Bir türlü halimizi beğenmeyiz.
En kötü kader hep bizimkidir.
Tanrıya dilekçe üstüne dilekçe:
Bütün dileklerimizi yerine getirse
Ardından yenileri gelir

Jean de La Fontaine ( hayatı hakkında)
çev. Sabahattin Eyuboğlu

Yaşayan Efsane



Evet bir efsane ile aynı zaman diliminde yaşıyoruz.O ,bin yıllar alan büyük bir müzik kültürünün en yetkin özeti gibi.Sadece müzikten ibaret sayamayız elbette.Orta Asya'dan kökenlenen ve Anadolu'nun zengin kültür birikimi ile şekillenen oldukça sade, basit ve vurucu bir söz dünyası.Müzikle birleşince bu söz dünyası ,insanı sarhoşmuşçasına bir lirizm denizinde dalgalandırıyor. Tabi bu denize yabancı olanlar onu tanımak ,içinde bir duyuş geliştirmek için sabırl ı olmalı.Evet bir kez daha yineleyelim:O geleneksel müziğimizin yaşayan efsanesi, zamana hep meydan okuyacak bir Anadolu çınarı...Bir eserinin şiirini aktarayım:(Bunun ''Ölmeyen Türküler 2''Albümündeki halini dinlemenizi öneririm.

Karlı Dağlar

Karlı dağlar geçit vermez olunca,
Gidilmez o yare yollar bağlanır.
Gül yüzlü sevdiğim elin olunca,
Elde birşey kalmaz gayrı ağlanır...

Dağlar..,dağlar..,sevdiğim ağlar...

Mah cemale telli duvak örtmüşler,
Ağ ellere al kınalar yakmışlar.
Duydum sevdiğimi gelin etmişler,
Gayrı bu ellerde durulmaz dağlar...

Dağlar..,dağlar..,sevdiğim ağlar...
Neşet Ertaş




Erol PARLAK / Sanatçı-araştırmacı
İmpovize bir sanatçı
Neşet Ertaş nereye ne katmadı ki! Neşet Ertaş'a kadar iptidai, gelişigüzel tezenelerle çalınırdı. Çok incelikli çalınmazdı. Tını olarak da tiz tınılar vardı. Neşet Ertaş ise tezeneleri yerli yerine oturtmuştur. Bam teli kullanımı Neşet Ertaş ile başlar. Böylelikle bağlamaya tok ve geniş bir tını gelmiştir. Ayrıca bağlama icracısı olarak kendisine has tınısı ve muhteşem tekniği ile bağlama çalışında büyük bir çığır açmıştır. Bana göre Neşet Ertaş'ın tınısı hala aşılamamıştır. Çoğu ustanın tınısı, tavrı ve tekniği taklit edilmesine ve hatta aşılabilmesine rağmen Neşet Ertaş'ınki henüz algılanabilme safhasındadır. (devamı burada)