Cumartesi, Kasım 22, 2008

Rosa

" 31Mayıs 1919, Cumartesi günü Landwehr kanalındaki havuzlardan birinde bir kadın cesedi bulundu. Tarihin girdabına düşmüş küçümen bir kadındı. Üstelik Yahudi’ydi, âşıktı, komünistti. Bu özellikleri onu hedefe koyduğu kadar güçlendiriyordu da. Polonya’da doğmuştu. Daha 18 yaşında siyasi görüşleri yüzünden İsviçre’ye kaçmak zorunda kalmıştı. Bu gencecik kadının olağanüstü bir zekâsı ve öngörüsü vardı. Hayatı boyunca her adımında karşılaştığı milliyetçilikle mücadele edip durdu. Polonya sosyalistlerine yaranamadı. Yüzyıl dönerken Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin etkin bir militanıydı. Alman militarizminin yükseliş yıllarında partisiyle de küsüştü. Rosa, Lenin’in devrim anlayışına yüklenmekten de geri kalmıyordu:

Kanat Genişliği :
“Lenin’in düşündüğü ‘disiplin’ proletaryaya hiç de sadece fabrikalar tarafından aşılanmış değildir. Aynı ölçülerde kışla, modern bürokrasi, merkezi burjuva devlet aygıtının bütün mekanizması tarafından da aşılanan budur. Lenin’in savunduğu aşırı-merkeziyetçilik, gerçek özünde olumlu ve yaratıcı bir ruhtan çok, bir gece bekçisinin donmuş ruhuna sızan şeydir. Lenin’in üzerinde en çok durduğu şeyler, partiyi verimli kılmak değil kontrol etmek, geliştirmek değil daraltmak, bütünleştirmek değil, denetim altında tutmaktır.”
/ Rosa Luxemburg

Rosa Luxemburg, 1. Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın silahlanmasına karşı çıktı; halkı itaatsizliğe çağırdı. Enternasyonal’in gücüne inanıyordu. Yanılmıştı. Arada yenilmişlik duygusuyla yüzleştiği de oluyordu tabii. Bir mektubunda, “Benim dünya tarihinin girdabına yanlışlıkla düştüğüme ve gerçekte kaz gütmek için doğduğuma inanacak birilerini bulmalıyım” yazmıştı. Büyük aşklar yaşadı. Tutkulu yoldaşlıklar yaşadı. Hiçbir koşulda sevdiklerinden itirazını ve sevdasını esirgemedi. Devlete ve savaşa karşı oluşu onu bu kez iki buçuk yıl sürecek bir mahpusluğa itecekti. Yoldaşı Sonja Liebknecht’e, Breslau hapishanesinden yazdığı bir mektupta sanki bütün dünyaya canı yanarak acıyordu. Askerler tarfından dövülen bir mandaya bakarak. Tarih, 1917 idi:



( Bende güzel bir şiir etkisi yarattı. O yüzden; bu yazının, mektubu aktaran bu bölümünü şiir şeklinde düzenledim ve bir başlık koydum. İyi niyetle.../ bloger'ın notu)


Manda


“Soniçka,
manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir,

düşün artık, derisi yarılmıştı.

Yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin,

hiç kıpırdamadan duruyorlardı
ve biri,
kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında

ve yumuşacık kara gözlerinde
ağlayan bir çocuk ifadesiyle
önüne bakıyordu.

Bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış,

üstelik nedenini niçinini anlayamamış,

zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen
bir çocuğun ifadesiydi.


Hayvanın karşısında duruyordum, bana baktı.

Gözlerimden yaşlar boşanıyordu.

Akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı.

İnsan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında,

benim bu sessiz ıstırap karşısında
çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.


Romanya’nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları

ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş.

Ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi;

ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları,

çobanların şarkılı çağrıları.


Buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde;

boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü,

kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar,

ve dayak,
taze yaradan akan kan.....

Ah! Zavallı mandam!

Benim zavallı canım kardeşim!

İkimiz de burada öyle güçsüz,

öyle hevessiz duruyoruz;

ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.”

Rosa Luxemburg


Rosa, Dünya Savaşı’nın orta yerinde, savaşa ve zulme karşı olduğu için kapatıldığı hapishanenin avlusunda o yaralı mandayla göz göze gelmeyi biliyordu. Çaresizliğin, umutsuzluğun insanı gerçekten yok edeceğini de biliyordu. Sonja’sına kıyamamış, mektubunun sonuna bir de hamiş eklemişti: “Soniçka, canımın içi, her şeye rağmen huzurlu ve neşeli olmaya bak. Hayat bu; onu cesaretle, yiğitçe ve gülümseyerek yaşamalıyız.... Her şeye rağmen.”
Rosa, hapisten çıktığı 1918 Kasım'ında Berlin’e gidecek. 1919’un Ocak ayında öldürülüp, cesedi bir kanala atılacak. Ardından vatansever katilleri ‘Yaşlı kaltak şimdi yüzüyor’ diyecek. Bu küçümen Polonya Yahudi’sinin savaşa ve milliyetçiliğin her türüne karşı mücadeleyle geçen, büyük aşklarla bezeli ömrü hâlâ içimizin loşluğunu aydınlatmaya devam ediyor. "
Yıldırım Türker / Radikal Gazetesi

( Yazı kaynağından alınarak, blogun ifade stiline uygun biçimde düzenlenerek aktarılmıştır.Şüphesiz iyi niyetle.)

Pazar, Kasım 02, 2008

Süreç


Sait Faik'e

Evinden çıkmak üzere

radyoya hiç dokunmuyor.

Eşyalar, az çok düzensiz,

perdelerse açılmamış.

İmgeler bırakıyor boşluğa,

mutluluklar, gölgeleri,

kuş sarısı bir günün

gökyüzü beklentisi, ilkbahar.

Kanaryaya incir veriyor,

yoksa uyumaya bayılır.

Kedisinin önüne yumaklar,

masaya bir sürahi su.

Çiçekler, dün almıştı, yeni;

Çayın buharı,

az da olsa sabahtan kalmış, öylece.


İstiyor ki yokluğunda

ezgisi kesilmesin hiçbir şeyin.

Adil İzci

/ Günizi / Hera Şiir




Siste Beliren :

"Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Kitaplar dediğime bakıp da büyük ilmi kitaplar, yahut da dört meşhur kitaptan birini okuyup iman ettiğim sanılmasın.Şiirler, romanlar, hikayeler,masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdi.Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi, sabahleyin altıbuçukta tabiatla kavga için sokağa fırlayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim."
( ... )
Sait Faik / Karanfiller ve Domates Suyu /
/ YKY / Mahalle kahvesi